Aş Evi Macerası - 3

Sevgisiz günlük;

Bu aş evi macerasının son serisi olacak. Aslına bakarsan bu kadar kısacık bir günü 3 sayfaya nasıl anca sığdırabildim hala anlamış değilim. En son 130 ytl değerindeki oyuncak papağanla geçen muhabbetimizi anlatıyordum. Bu papağan baya hoşsohbet çıktı. Ben ağzına parmağımı soktukça o benimle konuşuyor. Hayır küfür bile etmiyor yani resmen "naber?", "Ne yapıyorsun" gibi cümleler kuruyor. Kendimizi o kadar çok kaptırmışız ki bu konuşan oyuncaklara zamanın nasıl geçtiğini anlamamışız. En sonunda aklıma geliyorda saati soruyorum, anca öyle atabiliyoruz kendimizi dışarıya o eğlence fabrikasından... Kendimize gelip toparlanmak için gülmekten yorulan ağzımızı kapatıyoruz ve kısa hehe li sırıtmalar alıyor yerini.

En sonunda suni oksijen dolu alışveriş merkezinden dışarıya çıkıp gerçek oksijen alınca ciddi anlamda kendimize gelebiliyoruz. Son durağa, yani aş evine doğru gidiyoruz. Aş evine varıyoruz ve birşey dikkatimi çekiyor. Kuyrukta birkaç tane rockçı... Hayır biliyorum gayet normal birşey aş evinin önünde veya pide kuyruğunda bekleyen bir rockçı görmek ama bu öyle bir durum ki görünce komiğe gitmemesi elde değil. Kuyrukta yaşları 20 ila 50 arası insanlar ve onların arasında saçları emomsu, sırtlarında gitar çantaları olan simsiyah giyinimli gençler... Keşke fotoğraflarını çekseydik bak tüh. Onları hem o çerçevede görmek, hemde hayal etmek ayrı bir komik. Düşünsene; birkaç rockçı sırtlarında gitar, ellerinde o metal aş tabakları...

Kuyruğun sonuna doğru ilerliyoruz, tam kuyrukta değilim vedalaşıyoruz artık arkadaşımla. Topun patlamasına 5 dakika var. Oyuncaklar yüzünden orucumu 10 dakika geç açacaktım ama olsun, o eğlentiye değerdi doğrusu... O evine gidiyor yemek yemeye, bende kuyrukta sıraya giriyorum. 4-5 dakika sonra top patlıyor. Önce gökyüzünde bir anda beliren ışık, ardından bom! diye bir ses. ilk defa top patlamasını bu kadar yakından görüyorum. Yakından derken, o civarlardan yani. Bakıyorum kuyruktaki çoğu kişi orucunu sigarayla açıyor, biri pideyle, biri hurmayla... O sırada öyle garip birşey ki kuyruktakilerle arkadaş olabilecek zamanı buluyorsun. Mesela biri bana "oruncunu açtın mı? Açmadıysan al hurma vereyim aç orucunu" dedi. Bende "yok teşekkür ederim az kaldı zaten içeri girmemize" dedim. Şu utangaçlık ve çekingenlik duygusu başa bela...

Kuyruk yavaş yavaş ilerliyor ve azcık önümde olan rockçılar ellerine metal tabaklardan alıp uzatıyorlar aşçılara doldursunlar diye. Her yalnız kalışımda yaptığım gibi yine içimden yapıyorum yorumumu ve içimden gülüyorum yine. Sıra bana geliyor, yemeğimi alıp hemen boş bir masaya geçip açıyorum orucumu. Menüde acılı tarhana çorbası, içi delikli küçük silindir şeklinde makarna ve karnıyarıkımsı bir yemek daha var. Hemen karşımda yaşlı bir teyze var. Ama normal bir teyze değil, cinayet işlemeye meyilli bir teyzeymiş gibi... Konuşmaları, hareketleri falan. Tahmin ettiğim gibi 10 dakika geç açıyorum. Bir yandan yerken diğer yandanda düşünüyorum içimden: "Az aşağıda bir tane daha aş evi var, orayada gitsem? Oradaki menüde ne vardır acaba?" Sonra kendimi "yuh görgüsüz!" diye aşağılıyorum ama hemen ardından az önce bunu söyleyen ben değilmişim gibi "yok be olum görgüsüzlük değil bu, tam doymadın işte gidip başka bi yerde doyuruyosun ne var bunda" diye teselli ediyorum kendimi...

Ekmeği bilerek az yiyorum çünkü planımı hazırlamış bulunuyorum. Evet, aşağıdaki aş evinede uğrayacaktım. Ve yemeği hızla bitirip koşar adımlarla biraz aşağıdaki aş evine gidiyorum. Orada kuyruk yok çünkü top patlayalı 20 dakika falan olmuş, herkes içeri girmiş artık... Kendime sanki orucumu daha yeni açacakmışım havası vererek içeri dalıyorum. Elime o metal tabaklardan alıp geçiyorum sıraya. Buranın menüsünde de kuru fasülye, pilav ve kemalpaşa tatlısı var. He birde önceki aş evinde su vermemişlerdi burda artı olarak birde su var. Oturup yine sanki az önce yemek yememişim gibi yapıp yemeye başlıyorum. Yerken aynı zamanda etrafı gözlüyorum. İnsanların ellerinde plastik kaplar, aldıkları yemekleri bu kapların içine dolduruyorlar. Annenin biri, küçük bebeğinin ağzına zorla yemek tıkamaya çalışıyor. 3 çocuk kendini düğün salonunda zannetmiş gibi birbirini kovalıyor vesayre...

Bir an önce kendimi dışarıya atıyorum çünkü fazladan macera arayışım, görgüsüzlük ve yüzsüzlükle sonuçlanmıştı. Artık midemde 3 kişilik yemek olduğunun farkındaydım. Fazlasıyla doyduğum için yavaş adımlarla aşağıya doğru yürüyordum. Annem, ben aş evine giderken oradanda alışverişe uğramam için kısa bir liste söylemişti. Şimdi sıra onları almaya gelmişti işte. Alışveriş merkezine (Bu önceki girdiğimiz alışveriş merkezi değil, onun bir benzeri) gelip içeri girdim. Buraya her geldiğimde yaptığım gibi ilk önce di en ar'a uğradım. Evet bu alışveriş merkezininde bir di en ar'ı var. Bakalım az öncekinden farklı şeyler var mı diye geziyorum. Önceki di en ar'dan daha küçük ama aradığını bulabileceğin bir yer. Cdlere kitaplara falan bakıp tekrar kendimi dışarı atıyorum. Annemin söylediği listeyi alıp eve dönmem için daha erken olduğunu düşünüyorum. Azıcık alışveriş merkezinin dışında gezerken gözüme kocaman bir afiş ilişiyor. Afişte (aşifte gibi oldu ehe ehe, kusura bakma sevgisiz) bugün, yani 11 eylül'de saat 22:00'da Hüsnü Şenlendirici konseri olacağı yazıyordu. Güzel bir güne son noktasını koyacak olayın Hüsnü Şenlendirici konseri olacağını düşünüp saat 22:00'a kadar beklemeye karar verdim.

Artık plan değişmişti. Saat 10'a kadar Hüsnü'yü bekleyip 1 saat dinledikten sonra alışverişimi yapıp eve gidecektim. Ve başladım beklemeye... Saat daha tam 9 bile değildi. Oyalanacak birşeyler bulmam gerekiyordu. Bende o civarları gezmeye başladım. Metroya doğru yürüdüm. Yine çevredeki insanları incelemeye koyuldum. Bir mısırcı mısır kızartıyordu, kokusu da beni tahrik ediyordu haliyle. Bir motorlu kurye geçiyordu yanımdan, az ileride bir oyuncakçı yere oyuncak bir kediyi kurarak bırakmış, oyuncak kedi "miev miev" gibi bir ses çıkartarak olduğu yerde zıplıyordu. Kurye bunu gerçek kedi zannedip birden fren yapınca yine içimden gülüş dışımdan sırıtış başladı bende. Tek başınıza dolaştığınızda ve insanları seyrettiğinizde gerçekten çok garip yaratıklar olduğunu görürsünüz. Evet insanlar çok garip yaratıklardır. Bu konuyada bir gün değinirim ama devam etmem gerek çünkü baya uzun sürecek gibi. Sıkılıp yine kent meydanı'na (kent meydanı bahsettiğim şu son alışveriş merkezinin adı) gittim. Oranın merdivenleri vardır kocaman kocaman ve siz o merdivenlere oturarak kent meydanının meydanını(!) seyredebilirsiniz. Bende öyle yaptım. Merdivenlere oturup meydandaki eğlenceleri seyrediyordum. Çocuklar için küçük lunapark aletleri, zıplatmalı bir düzenek, birde tren. Özellikle o tren olayına bayılıyorum. Bir tren var meydanda, koca meydanı tur attırıyor. Trenin altında tekerlekler var ve makinisti gaza basınca ilerliyor. Trenin makinisti bir abla, ve o ablanın yüzünde işinden memnun değilmiş gibi bir ciddiyet var. Yani sanki arka vagondaki çocuklar ablaya "deeh! abla daha hızlı, daha hızlı" diyorlarmış gibi bir mutsuzluk var ablada. Halbuki öyle dedikleri falan yok, çocukların şımardığıda yok. Ama abla treni kullanırken gayet ciddi, hatta birazda somurtuk. Hani o trendeki küçük zili çalmasa neredeyse istifa edeceğini düşünüyorum. Açıkçası bana öyle bir görev verseler zevkten dört köşe olurum. Düşünsene, sabahtan akşama kadar arkada birkaç çocukla tren kullanmak ve böyle bir işten para kazanmak...

Bu bekleme iyice sıkıcılaşmaya doğru ilerlerken birden merdivenlere bir grup geliyor. Birinin elinde klasik gitar, birinin elinde nota kağıtları, birinin elinde mızıka, diğerleride vokal galiba... Ama grup dediğim 17-18 yaşında normal giyinimli gençler. Merdivenlere oturuyorlar ve oturur oturmaz çalmaya başlıyorlar. İlk parça Bulutsuzluk Özlemi'nden sözlerimi geri alamam oluyor. Gayette güzel söylüyorlar. Ta ki cozutup şarkının melodileriyle oy farfara farfara, ateşte düştü şalvara'yı söyleyene kadar... Evet ilk defa böyle birşeye rastladım. Bildiğin sözlerimi geri alamam'ın müziği ve söylenişiyle oy farfara yı söylediler. Mesela "sözlerimi geri alamam, yazdığımı yeniden yazamam" kısmının söylenişini alıp o sözlerin yerine "oy farfara farfara, ateşte düştü şalvara" diyorlar. Aslına bakarsan çokta eğlenceli oluyormuş öyle. Gençler başka şarkılara geçerken bende kendimi kaptırmış, sahil kenarında ateşin etrafında çember çizenlerden biriymiş gibi hissediyorum. Bir çok şarkıyı çok güzel seslendiriyorlar. Aşkın mapushane, gördüğüme sevindim, ölürüm hasretinle ve daha aklımda olmayan bir çok şarkıyı...

Zaman bir türlü geçmek bilmezken Hüsnü'lerde gelmek bilmedi. Üstüne üstlük birde yağmur çiselemeye başladı. Bende kent meydanı'ndan içeri girip alışverişe başlayayım diyorum. Başlıyorum, rafları teker teker geziyorum ve telefonum çalıyor. "Nerdesin?" diyor kardeşim, alışveriş yapıyorum diyorum. "Merak etmeyin Hüsnü şenlendirici geliyormuş, onları beklerim biraz dinlerim öyle gelirim. Geç kalırsam merak etmeyin yani" diyorum. Konser iptal olmuş, televizyonda gördüm demesin mi? Hayallerim can kırılma sesi efektiyle beraber yıkılıyor. İyi o zaman alışverişi yapıp geliyorum diyip kapatıyorum telefonu. Tüm gerekenleri alıyorum, gözüme birden coca cola zero takılıyor. Aylardır merak ettiğim şeyi alabilme fırsatını bulmuştum. Sonuçta yanımda kimse yok ve cebimde alışveriş yapıcam diye verilen para var. İlk defa istediğim birşeyi kimseden izin almadan alabilmenin verdiği mutluluğu ve gücü hissediyorum. Ve alıyorum. Kasaya gidip aldıklarımı poşetlere dolduruyorum. Artık tüm görevleri başarıyla tamamlamıştım. Şimdi bir tek eve dönmek kalmıştı. Dışarıya çıkıyorum, aşırı derecede yağmur yağdığını görüyorum. Neyse ki evden tam donanımlı bir şekilde çıkmıştım. Kimlik kartı, anahtar, cep telefonu, para ve şemsiye. Ama şemsiye açmaya gerek duymadım. Çünkü hem minibüs durağı azcık aşağıdaydı hemde yağmur yağarken o meydanda yürümek insana new york sokaklarında paltosuyla yürüyen gizemli adam hissi veriyordu. Kent meydanının arkasına geçip coca cola zero'yu açtım ve içmeye başladım. Yine hayal kırıklığına uğradım çünkü beklediğim gibi birşey değildi. Bildiğin kola, hatta sıfır şeker demelerine rağmen daha da çok şeker atılmış gibiydi. Pişman oldum ama hiç değilse aklımda merak ettiklerim listesinden bir şeyi daha sildim.

Colayı tam bitirmeden çöp kutusu arayışına koyuldum. Ama koskoca kent meydanında, yüzlerce insanın geldiği yerde bir çöp kutusu bile yoktu. Evet onun yerine bir ağacın dibine karton bir kutu koyulmuş, çöpler oraya atılmıştı. Artık 2 aş evinde birden yemek yediğim için kendimden utanmıyordum, çünkü utanması gereken daha büyük mevkili insanlar vardı. Tam bitmemiş kuıtuyu nazik ve dik duracak bir şekilde bıraktım. Minibüs durağına doğru yürüdüm. Minibüs biraz geç geldi ama o gelene kadar fazlada ıslanmadım hani. Şimdide kendimi aptal gibi hissetmeye başlamıştım. Şemsiyeyi evden buraya kadar yağmur yağabilme ihtimali var diye taşıyorum ama yağmur yağınca şemsiyeyi kullanmıyorum. Minibüs geliyor ve kapı açılır açılmaz insanlar birbirini ezermişçesine içeri tıka basa bir biçimde doluyorlar. Herkes ücretini vermeden önce oturuyor, ben ücretimi vereyim diye beklerken ayakta kalıyorum. Dedim ya; insanlar çok garip yaratıklar, kurnaz, sinirli, sinsi, fesat... İki elimde de poşet var ve minibüs hareket ediyor. Minibüste dengede durmak konusunda yetenekliyimdir ama bu sefer hem minibüsün çok dolu olmasından hemde iki elimde poşet olduğundan dengede durmakta güçlük çekiyorum. Kimse de demiyor "ver oğlum ben tutayım poşetlerini" diye. Dedim ya; insanlar işte... Uzun bir yolu bu şekilde gittim, kendimi öndeki demire yaslayarak ve garip bir şekle girerek. Boyum zaten uzun , minibüsün tavanı kısa, ben denge kurabilmek için önümdeki demire yaslanıyorum, boynumuda 45 derecelik bir açıyla büküyorum, iki elimde ağır poşet... Neyse ki yolun yarısında oturacak yer çıkıyor. Oturuyorum, bu seferde önümde oturan aile dikkatimi çekiyor. Bizim mahalledenler ama dikkatimi çeken bu değil. Oğullarıyla aşırı ilgilenişleri... "Oğlum ıslandın mı? Oğlum başın mı ağrıyor? Oğlum gel kucağıma otur yaslan bana doğru." Sürekli elleriyle ateşi var mı diye ölçmeler, sürekli yanağından öpmeler. İnsanlar işte, aynı zamanda hem vahşi hemde merhametli olabilmeyi başarabilen yaratıklar... Onlar oğullarına öyle davranırken bende benim ailem küçükken bana böyle davrandı mı diye hatırlamaya çalışıyorum. Evet davrandılar ama bu kadar değil, daha doğrusu bu kadar yapmacık değil...

Eve geliyorum sonunda. Benim için büyük bir değişiklik oluyor çünkü aylardır dışarı çıkmadığım evimden böylelikle çıkmış olup uzun süren, anlatabileceğim bir güne sahip oluyorum. Yaa işte böyle sevgisiz günlük... O değilde sana birşey itiraf etmem gerek. Eve gelip alışveriş poşetlerini açtığımızda 2 tane süt yerine 3 tane süt çıktı. 2 tanesi benim aldığım, 1 tanesiyle benim almadığım bir süt. Annem neden 3 tane aldın dedi, ben almadım diyemedim. Sustum ve oradan uzaklaştım. Sonra düşündüm, kasaya parayı öderken ve aldıklarımı poşetlere doldururken hemen arkamda bir aile daha vardı. Kasiyer kız arkamdaki ailenin aldıklarını o kırmızı ışıklı dıt yapan şeyden geçirip diğer yana geçirirken benimkilerle karıştırmış olmalı. Bende yanlışlıkla onların aldığı sütüde almış oldum sanırım. Eve gelince büyük bir vicdan azabı duydum. Annem hala fazladan 3 tane süt aldığımı sanıyor, başkasının sütünü yanlışlıkla aldığımı bilmiyor...

Not: Oh be! Sonunda bitti. Görüşmek üzere sevgisiz günlük. SON ...Yada sizin oralarda nasıl derler? Imm... The End.

0 yorum:

Yorum Gönder

free hit counter Valid XHTML 1.0 Transitional

.   ©2010 - Uzun Hikaye | Çağdaş Temel tarafından hazırlanmıştır.

Tema düzenleme: KınıX (Uğur KINIK) .